ÇANAKKALE DENİZ VE KARA SAVAŞLARI VE FOTOĞRAFLARI
 
1.DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALE DENİZ VE KARA SAVAŞLARI VE FOTOĞRAFLARI
1.DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALE DENİZ VE KARA SAVAŞLARI VE FOTOĞRAFLARI  
  02***1.DÜNYA SAVAŞINA GİRİŞ NEDENLERİMİZİN TARİHLERİ İTİBARİYLE GELİŞİ.
  06***25.NİSAN.1915 VE 06.AĞUSTOS.1915 ÇANAKKALE KARA SAVAŞLARININ CEPHELERİ VE SAVAŞIN SEYRİ
  07***ÇANAKKALE SAVAŞLARINDA İLAHİ YARDIMLAR
  08***ÇANAKKALE SAVAŞLARINDA UNUTULMAZ OLAYLAR
  09***1.DÜNYA VE ÇANAKKALE SAVAŞLARI OSMANLI VE MÜTTEFİKİ ÜLKE FOTOĞRAFLARI(01-790)
  10***1.DÜNYA VE ÇANAKKALE SAVAŞLARININ İNGİLİZ VE MÜTTEFİKİ ÜLKELER FOTOĞRAFLARI(01-369)
  11***İTTİFAK KARTPOSTALLARI(01-216)
  12***MÜTTEFİK KARTPOSTALLARI(01-17)
  ***ZİYARETÇİ DEFTERİ
08***ÇANAKKALE SAVAŞLARINDA UNUTULMAZ OLAYLAR



ÇANAKKALE
SAVAŞLARINDA UNUTULMAZ OLAYLAR
01-)ANZAKLI ÖMER'İN HİKAYESİ:


1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor.
"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar (1957) lisanım pek o kadar iyi değil,Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım.Fakat vazifem kan almak,kan vermek,serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işlerdi,hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine,tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.
Bir hastaya gittim.Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında tabii kendisi ile ingilizce konuşuyorum.
- Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?
Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki, pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var.Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim.
- Siz Türk müsünüz?
Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır "manasına işaret yaptı.Ama ben hala merak ediyorum:
- Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?
"Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:
- Fakat benim için bu bayrak çok önemli.Dikkatimi çekti.Çünkü bu benim milletimin bayrağı,benim bayrağım.
Bu söz üzerine gözlerini açtı.Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
- Siz Türk müsünüz?
- Evet Türk'üm.
İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi.Anlatmaya başladı:
- Yıl 1915.Sen o zaman daha dünyada yoktun,Çanakkale diye bir yer varmış Türkiye'de,orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından,
İngilizler bizi toplayıp dediler ki: "Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar.Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda,birlik olup üzerine gideceğiz.Bu savaş çok önemlidir." Biz de inandık sözlerine vaadetlerine.Savaşmak isteyenler arasına katıldık.
Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu:
- Bizim beynimizi yıkayan İngilizler,Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevkediyorlarmış.Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman, Mısır'da şöyle böyle birkaç ay talim gördük.Atış talimi,ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm.Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,gökyüzünde havai fişekler,geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman.
Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu.Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk.Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi?İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar.Meğer barbarlıktan değil,kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş, bunu nereden anladığımı söyleyeyim.
Biz karaya çıktık.Taarruz edemiyoruz.Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz.Bizi tekrar püskürtüyorlar.Tekrar taarruz ediyoruz.Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.
Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum.Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı.Devam etti:
-Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında gördüm.Nasıl korktuğumu anlatamam.Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar,vahşi kimseler olarak tanıttı ya.
Ama dikkat ettim.Yaralarımı sarmışlar.Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar.Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana.İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı.Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu.Dedim ki; kendi kendime:
- Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler.Ama öldürmüyorlar. Ve yahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler.Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı.
Bu duygularla"Yazıklar olsun bana" dedim."Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben.Niye savaşmaya gelmişim.Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış"diyerek pişman oldum.Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki.Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce.
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm.İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım.Bu bayrağın esrarı bu işte.
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
- Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarıma iyileştirerek,sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi.Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk.
Ne garip değil mi?Avustralya'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim.Size minnettarım.Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız.Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle"Bana adınızı söyler misiniz?Dedi."Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu:
- Peki niçin Ömer ismini,vermişler sana?
- Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
- Yahu senin adın müslüman adı mı?
Ben"Evet,Müslüman adı"deyince yüzüme baktı baktı,birden doğrulmak istedi.Ben mani olmak istedim.Israr etti.
Ama niye ısrar ediyordu?
İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu suluydu.Yüzüme bakarak dedi ki:
- Senin adın güzelmiş.Benim adım şimdiye kadar Mr.Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.
- Olsun
Peki doktor beni müslüman eder misin?Müslüman olmak zor mu?
Şaşırdım.Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için,soramadığı için konuşamıyormuş.
- Tabii dedim müslüman olmak çok kolay.
Sonra kendisine imanın ve İslamın şartlarını anlattım.Kabul etti.Hem kelime-i şahadet getiriliyor,hem de çocuklar gibi ağlıyordu.
Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan bir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet'e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı. Mırıldandı:
- Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş.Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim.
Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk.Fakat benim için o daha bir başkalaşmıştı.Müslüman olmuştu.
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.
- Beni yalnız bırakma olur mu?
- Ne gibi Ömer amca?
- Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat,sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun.O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim.Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum."Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!"
Dedim ki içimden"Bizim Ömer amca galiba kötü durumda,hemen yukarı çıktım.Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim.O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti.
Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu.
"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."
02-)ZİYARETÇİ ANZAK SUBAYI:
Yıl 1945,Arıburnu çıkartmasında
(25. Nisan.1915) esir düşen iki Anzak subayından biri eşiyle,30 yıl sonra harb ettiği bu toprakları ziyarete gelir.Çanakkale Harp sahaları 1945’de yasak bölgedir.İşte bu Anzak subayı Genelkurmay Başkanlığı’na müracaat ettiğinde onlara yardımcı olan 1915’in 57. Alay Komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey’in oğlu

Em.Hv.K.K.Orgeneral Tekin Arıburun o günlerde Genelkurmay Başkanlığında Hava Dairesi Komutanı’dır.O aileye üç gün izin alır.Onlardan tek ricası Çanakkale dönüşü Ankara’ya tekrar gelip bir kahvesini içmeleridir.


Tekin Paşa babası şehit olduğu zaman 8 yaşında idi.Yıllardır baba özlemi ile yaşamakta idi.Anzak subayı üç gün sonra Çanakkale’den eşi ile Ankara’ya döner.Tekin Paşa onları karşılar ve evine götürür. Salona buyur eder,ikramda bulunmak için mutfağa gider.Her şeyden habersiz olan Tekin Paşa salondan İngilizce“bu komutan bizi esir almıştı”kelimelerini duyar. Babasının üniformalı,kalpaklı resmi asılıdır.Tekin Paşa’ya da 30 yıldır babasının harp hatıraları hayatta kalan arkadaşları tarafından anlatıla gelmektedir.
Hatıra olay:
Çıkartmada esir düşen iki Anzak Subayı,57.Alay Komutanının çadırına getirilir.İkisi de tir tir titremektedir.Alay komutanı onlardan bilgi alabilmek için onlara ikramda bulunur.Üzerlerindeki tabanca,dürbün,İncil v.s.eşyaları alınır.Fakat kendilerine başka hediyeler verilir.Titremeleri hala devam etmektedir.
O güne kadar anlatılan hatıralar Tekin Paşa’da canlanır.Hemen salondaki bir dolaptan fil dişi kaplı incili,tabancayı ve dürbünü çıkarır.
Misafir “a,eşyalarım”der.Tekin Paşa sorar;“babamın çadırında neden saatlerce titrediniz?”
Misafirin cevabı;
“bakın,bugün hayattayım.Diğer arkadaşım da Avustralya’da yaşıyor. Babanız bize bir misafir gibi muamelede bulundu.Bugünümüzü ona borçluyuz.Çadırındaki bu asil muameleden sonra hicap duydum. Bizzat babanıza söylemedim, fakat bizi esir alanlara işaretle anlatmıştım. Şimdi size burada anlatıyorum:
Çıkartmadan bir gün önce,Limni adasında bizlere hitap eden Ordu komutanı“sakın Türklere esir düşmeyin,ölene kadar çarpışın, Türkler yamyamdır,sizi yerler”
demişti Bizler de o gün çadırda yenileceğimiz saati beklerken Türklerle harp etmekle asil bir milleti yakından tanımış ve vatanları için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını
görmüştük.”

03-)BEDELİ ÇANAKKALE'DE
Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için tabii bir şeydir.
Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi (1909 ve1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da
maksureli(tecilli) tutulmuş gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden“maksureli” ettiği gibi,Balkan Harbi sırasında mer’i olan
1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade kılmaktadır.Bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta
kısmında,bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü
olarak askere yazılmışlardı.Hatta içlerinden Irak Cephesi’nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve
“1 Numaralı Gönüllü”yazılmak şerefini elde etmiştir.Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini( Mehmet Muzaffer’in Destanını)

Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor.Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer “zabit namzedi”olarak Çanakkale’de idi.(Mart 1916) müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri,
Çanakkale’de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüz ellibin zayiattan sonra Boğaz’ı aşamayacaklarını anlamışlar,
1915’in son haftasıyla 1916’nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü Çanakkale cephesine giden zabit (subay) adayı Mehmet Muzaffer Bey'in alayının otomobillerine lastik satın almak için bir gecede
(1916 yılı baharı) yaptığı sahte 100 liranın ön yüzü.Paranın altında "bedeli Çanakkale'de altın olarak ödenecektir" yazılıdır.Teğmenliğe yükselen bu vatanseverimiz,
1917 yılında Gazze'de şehit düşmüştür.Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu.Zaman zaman İmroz ve Bozcaada’da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da
1915 Nisan’ın da Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar “hiç mesabesindeydi.”Çanakkale’de ki birliklerin büyük bir kısmı
Kafkas,Irak,ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi.Hazırlanma ve noksanlarına ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi.
Alay’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı.Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi.O devirlerde bu gibi basit mübayalar
için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti,ne de bunları kaybedilecek vakit vardı.Her şey “itimat”ile yürürdü.Muzaffer açıkgözlü ve becerikli
İstanbul çocuğu olduğundan Karargah,gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde,
Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı,uğraştı,nihayet
Karaköy’de bir Yahudi de istediklerini buldu.Fiyatlar pek fahişti ,ama yapacak başka bir şey yoktu.Anlaşmaya vardı.Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti.
Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler.Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam Yarbay ’ın huzurundadır.Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu.Karşısında hazırol da duran
ihtiyat zabitine baktı.İsteyeceği paranın miktarını sormadan,”Ne alınacak” dedi.“Oto kamyon lastiği” cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer’e dik dik baktı :“ Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum.Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun.Haydi yürü git,insanı günaha sokma para mara yok!.Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı.Harbiye Nezareti’nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu.
Malzemelere Alay’ın ihtiyacı vardı. Elindeki(Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi.Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı.
Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti.Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu.Eli boş dönemezdi,bir çaresini bulmak lazımdı.Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu.Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu.Doğru tüccar Yahudi’ nin yanına gitti:“ Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek,ezandan sonra gelip malları alamam,çünki gece kaldıracak yerim yok.Yarın öğleden evvel vapur
Çanakkale’ye kalkıyor,yetiştirmem lazım.Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin.”Tüccar“peki”dedi.Muzaffer tam ayrılırken ilave etti.“Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler”Yahudi yine“peki”dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu.
Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para)verdi.
Araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme şat’a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı.Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti.Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıt'ın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile
gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştı.

Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu.O devrin hakiki paralarının üzerindeki
yazılar arasında bir de şu ibare bulunuyordu:“Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.”Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:“Bedeli Çanakkale de altın olarak tesviye olunacaktır.”Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı,altından daha kıymetli kanı idi.Sahte paraya gelince.Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi,yapmaktan mı çekindi bilinemez.Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı.
Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise

Şehzade Halim Efendi’nin kulağına kadar gitti.Şehzade hemen lalasını göndererek
Yahudi tüccarı buldurdu.Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı.Çok zarif sedef kakmalı,içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip,
İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti.Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.
Muzaffer,Çanakkale'ye döndükten sonra birliğiyle beraber Sina cephesine gider.1.ve 2.Gazze Muharebelerine katılır.Savaşta kolundan yaralanır ve bir madalya alır.Gazze sokaklarında düşmanı oyalamakla görevlendirilmiş bir artçı birliğin gönüllü eriyken,arap ve ingiliz kurşunlarıyla şehit düşer. Para,1970'lere kadar müzenin en yegane parçası olarak saklanır.70'lerde okul Ankara'ya taşınır.Müzenin eşyaları da götürülmüş,tahta sandıklarda oraya buraya atılmıştır.Paranın hikayesini Muzaffer'in sınıf arkadaşlarından bizzat dinlemiş olan paranın resimlerini gören araştırmacı ve tarihçi yazar Ziyad Ebuzziya parayı bulmak ister,yetkililer değil parayı bulmak,varlığını bile kabul etmezler. Yazar,zamanın Emniyet Müdürü

Fahri Görgülü'nün yardımlarıyla parayı ortaya çıkarır.Para,Ankara'ya taşınırken diğer eşyalar gibi sağa sola savrulur.Önce kutusu kaybolur. Kimin eline geçtiyse artık, katlanarak,seloband yapıştırılarak perişan edilir.Yine de yok olmamış; bir yere konmuştur."Polis Laboratuvarı Daire Başkanlığı- Grafoloji ve Sahtecilik Şubesi'nde bir dosyaya.

Şimdi ben yetkililere sesleniyorum.Bu paranın bir dosya arasında durmasımı doğrudur,yoksa paranın hikayesi ile Çanakkale müzelerinde tanıtılmasımı doğrudur.Lütfen bu durumu acilen uygulamaya geçirin.
04-)GÖZLERİM GÖRECEĞİNİ GÖRDÜ:
O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan

Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu.Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa,tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti.Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkam yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip
"Ne var evlat?" diye sordu.
Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı.Çünkü sesi tanımıştı.Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
"Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?"
O zaman nefer tok sesiyle:
"Üzülmeyin efendim"diye cevap verdi.
"Benim gözlerim göreceğini gördü”
(Evet düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve“Ocean”destroyeri hareket edemez hale getirilmişti.)
Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.
05-)TABİB YÜZBAŞI DİMİTROYATİ:
Dimitroyati İstanbul rumlarından bir Türk vatandaşıdır,Çanakkale Savaşı başladığında gönüllü olarak savaşa katılmış ve tabip yüzbaşı rütbesiyle Kahraman 57.Alayın doktorudur,yaralı askerleri tedavi etmiştir.Dimitroyati,
bu ülke toprağını vatan olarak kabul eden ve gerektiğinde de vatanı için ölmesini bilebilen gerçek bir Türk ve gerçek bir vatan şehididir.
Yüzbaşı Dimitroyati,yaralı bir askeri tedavi ettiği sırada düşmana hedef olmuş ve ağır bir şekilde yaralanmıştır.Dimitroyati,doktor olduğundan yarasının
ölümcül olduğunu ve kısa bir süre sonra sonsuza dek gözlerini yumacağını anlamıştır.Yüzbaşı Dimitroyati'nin öyküsünü daha da çarpıcı kılan ayrıntı, Genelkurmay Başkanlığımız tarafından çıkarılan 6 ciltlik "Şehitlerimiz" adlı eserde yer alıyor.Dimitroyati öleceğini anlayınca,Ali Çavuş'a dönerek şöyle der:"Bak Ali Çavuş,öldüğümde gâvur-mavur deyip başka yere gömmeye kalkarlar.Sakın,beni sizden ayırmalarına müsaade etme."Dimitroyati'nin bu vasiyeti eksiksiz olarak yerine getirilmiş ve yüzbaşı bugün yatmakta olduğu ay yıldızlı mezarına defnedilmiştir.
Cenaze törenine ailesi ve Papaz'ın yanı sıra tedavi edip iyileştirdiği Müslüman askerler de katılmış,hem Hıristiyan hem de Müslüman adetlerine göre dualar okunmuştur.Bugün Dimitroyati, vasiyetine uygun olarak on binlerce şehidimizle birlikte Çanakkale'de, bizlere bu ülkenin hangi bedeller uğruna emanet edildiğinin
göstergesi olarak huzur içinde yatmaktadır.Ruhu şad olsun! 
06-)1 MECİDİYE'NİN HİKAYESİ:


Kocadere köyünde büyük bir sargı yeri kuruluyor.Kimi Urfalı,kimi
Bosnalı,kimi Azerbaycanli,kimi Adıyamanlı ,kimi Gürünlü,kimi Halepli,çok sayıda yaralı getiriliyor.
Bunlardan biri Lapseki'nin Beybaş Köyünden bir erdir ve yarası oldukça ağırdır.
Zor nefes alıp vermektedir.Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır.Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
"Ölme ihtimalim çok fazla.Ben bir pusula yazdım.Arkadaşıma ulaştırın."Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur:"Ben,ben
köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşımdan 1 Mecidiye borç aldıydım.
Kendisini göremedim.Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin"
"Sen merak etme evladım"der Komutanı,kanıyla kırmızıya boyanmış alnını
eliyle okşar.Az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde
"söyleyin hakkını helal etsin" olur.
Aradan fazla zaman geçmez.Oraya sürekli yaralılar getiriliyor.
Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. Bu Olay Canakkale Savasinda Yasanmistir.
İşte yine bir künye ve yine bir pusula.Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar,hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır.Ellerini yüzüne kapatır,ne titremesine ne de göz yaşlarına engel olamaz.
PUSULADAKİ NOT ŞÖYLEDİR;
"Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecidiye borç verdiydim. Kendisi beni göremedi.Biraz sonra taarruza kalkacağız.Belki ben dönemem.
Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim."
07-)KEMALYERİ ADI NASIL VERİLDİ:
Savaş alanındaki"Kemalyeri"ni herkes duymuştur.Bu yerin bu ismi nasıl aldığını merak ediyor musunuz?İhsan Ilgar'ın"Çanakkale 1915"isimli kitabında olay


Kurmay Albay Fahrettin Altay'ın ağzından şöyle anlatılıyor:
1915 yılı 25 Nisanında Gelibolu'daki Üçüncü Kolordu Kurmaybaşkanı olarak bulunuyordum.

Kolordu Kumandanımız Esat Paşa idi.Sabah erken saatlerde kapım vuruldu.
Kumandanın sesiydi bu:Başkan, kalkınız düşman çıkarma yapmağa başladı,Mustafa Kemal Bey telefonla bildiriyor,diyordu.Yataktan nasıl sıçradım,nasıl giyindim bilmiyorum.
Telefon başında kumandanla buluşup bütün karargâh vazife başına gelmiş bulunuyordu.Gerekli emirleri verdikten sonra Eceabat bölgesine gitmeye hazırlandık.
Kumandan bir aralık,

Ordu Kumandanı Liman Paşayı görmeğe gitti.Dönüşünde biz de bir küçük vapura dolarak hareket ettik.Yarı yolda karşılaştığımız


Barbaros zırhlısı işaretle bizi yanına çağırdı.Yanaşarak Süvari kulesine çıktık.Süvari bize:
Az evvel bir düşman denizaltısıyla karşılaştık,çok dikkatli gidiniz,dedi. Demek düşman denizaltıları Boğazı da geçebilirmiş?.Ayrılarak yolumuza devam ettik.
Bir saatlik tehlikeli bir yolculuktan sonra Maydos yakınlarında Kilye iskelesine çıktık.
Gelibolu yarımadasının batısında yükselmiş bir düşman balonu görünüyordu.Düşman gözetleme balonlarıyla bizim herşeyimizi,her yerimizi görüyor,böylece
donanmasının ateşini düzenlemek imkânını buluyordu.Top ateşleri çok şiddetliydi.Kilye iskelesinden Maltepe'ye çıkarak karargâhımızı kurduk.
Savaş olanca şiddetiyle devam ediyordu.Yarımadanın batısı Arıburnu ve Seddülbahir kıyıları iki yüzden fazla İngiliz ve Fransız gemileriyle kaplanmış bir haldeydi.
Arıburnu ve Seddülbahir'le telefon irtibatı kurmuştuk.Düşman karaya çıkmağa muvaffak olmuş,lâkin ilerlemesine meydan verilmiyor,
ilk sokulmağa çalışanları geriye püskürtmeyi başarabiliyorduk. Yedek kuvvetler yetişince denize döküleceği kanısındaydık.
Yakınlarımızda 19 ncu tümenin yaralıları toplanmağa başlıyordu. Evvelâ yüzleri,sonra binleri bulan bu gaziler mütemadiyen geliyor, gelenler gittikçe artarak
insana bu tabloyu seyretmek ayrı bir hüzün veriyordu.Arasıra ingilizlerin meşhur zırhlısı 38,5 mm.lik top mermilerini bulunduğumuz tepelere kadar savuruyor,
Seddülbahir tarafından haberler daha üzücü,daha ezici oluyordu.Bir aralık 19 ncu tümenin bulunduğu yere gitmek,kumandan Mustafa Kemal beyle görüşmek
ve onlara ne gibi yardımlarda bulunabileceğimizi öğrenmek için Kolordu kumandanından izin aldım. Yanımda bir subay vardı.Nerede olduklarını bilmiyordum.
Yanlız,düşmanın yanıbaşında ve şiddetli ateş altında bir sel yarıntısı içindeki çalılıklar arasında bulunduklarını bildirmiştiler.Arazi çok fundalıktı.
Hiçbir yol,hiçbir iz de yoktu.Nihayet ilk hattın arkasında bir dereye sokulduk.Atlardan indik.Sırta çıkar çıkmaz şiddetli bir makineli tüfek ateşine tutulduk.
Pek ileri sokulduğumuzu anlıyarak, hemen geriye sıyrıldık ve biraz daha sağa saptık,bir erin yardımıyla karargâhı bulmuştuk.Oraya kadar eğile eğile girdik.
Fundalıklar arasında,düşmandan bin metre kadar uzakta iki metre kadar yükseklikte bir sarı toprak yığıntisı içinde bir telefon ve bir ayaklı dürbün.
Dürbünün başında seferi kıyafetiyle Mustafa Kemal bey,telefon başında da onun kurmayı İzzettin bey, yanında da bir kaç zabit ve er vardı.


Kumandan Mustafa Kemal bey beni görür görmez sarılarak öptüler:
Aman,çok iyi zamanda geldiniz!. dürbünle bakınız,bizim kahramanlar düşmana nasıl atılıyorlar görünüz, dedi.Ben o anda gördüğüm manzarayı anlatamam.Kendilerine:
Karargâhınız hep burada mı kalacaktır?diye sordum.
Evet.Şimdilik öyle.cevabını verdiler. Burasının adı nedir?dedim.
Sel yarıntısının adımı olur,cevabını verdiler.Gülüştük.Derhal beynimde bir şimşek çaktı,gazalarını tebrik ettim,ayrıldım.
Karargâhımıza geldiğim zaman 19 ncu tümene yazılacak bir emir müsveddesi getirdiler,baş tarafına şöyle yazdım:"Kemalyeri'nde 19 ncu tümen kumandanlığına
"Kumandan Esat Paşa bunu görünce gülümsedi:
Güzel bir isim buldunuz Fahrettin bey,dedi.Kâğıdın cevabı derhal geldi.İmza yeri şöyle yazılmıştı:
"Kemalyeri'nde 19 ncu tümen kumandanı Mustafa Kemal".
Yer kemalini bulmuştu,benim koyduğum isim bu kahraman tümen kumandanı tarafından kabul edilmişti.Bu olaydan nice yıllar sonra o,
Çanakkale'de vatanı kurtardığı gibi asıl Kurtuluş Savaşının sonunda da yepyeni bir Türkiye kuracak ve ben hem Kurtuluş Savaşında ve hem de onun hayatı boyunca ve
Ordu Kumandanlığında hizmet görecektim.
08-)SARGIYERİ FACİASI:

Sargıyeri şehitliği,Alçıtepe Köyü’nün yaklaşık 1 kilometre batısında yer almaktadır.Burası Zığındere Vadisi’nin kuzey ucunda,korunmalı yapısı itibariyle gözden uzak duruşu nedeniyle savaş sırasında,çarpışmalarda yaralanan ve hastalanan askerlerin tedavi edildiği bir yer olarak kullanılmış ve açık hava hastahanesi haline getirilmiştir.Bu hastanede Türk yaralıların yanı sıra İngiliz ve Anzak yaralılar ile Fransız yaralılar da tedavi edilmeye başlanılmıştır.28 Haziran 1915 tarihinde bir İngiliz savaş gemisinden açılan ateşle hastahane yerle bir edilmiş,bu bombardıman sonucu hastanede yaralı yatanlar ile çalışan personelden büyük bir kısmı Türk olmak üzere şehit olmuş ayrıca bu bombardımanda İngiliz Anzak ve Fransız yaralılarla birlikte toplam 16.000 civarında  kişi hayatını kaybetmiştir.
Bu bölgenin korunması,normalde

Albay Halil Sami Bey’in komutasındaki 9 ncuTümen'e verilmişti.Fakat,bu ani saldırıda, onlar da birşey yapamadılar.Ölenler arasında,Halil Sami Bey’de vardı.Netice itibariyle kendi askerlerinin de bulunduğu ve şefkat ve merhametle tedavi edildiklerini bildikleri halde sadece Türklere olan kinleri sebebiyle onlarıda hiçe sayıp bu aciz insanlara bomba yağdıran o zamanın zihniyetine yazıklar olsun.
09-)19.MAYIS.1915 FACİASI:
Kırmızı sırt boyunca yer alan Anzak hattı 1915 Mayıs’ının ilk haftasında yerine oturmuştu.Çıkarma Muharebesi her iki tarafı da kısa bir süre bitkin düşürmüştü.Bununla beraber Çıkarma Muharebesi başarısızlıkla sonuçlanmış,ne Anzak birlikleri ne de Seddülbahir’deki Britanya ve Fransız birlikleri Gelibolu Yarımadası’nın güney kısmını ele geçirememişlerdi.Bu,işgalin esas amacı,Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girip,burayı savunan tabyaları susturmak.Sonra,teoride Kraliyet Donanması İstanbul’a ulaşınca Türkiye’yi dehşete düşürüp savaş dışı bırakacaktı.Anzaklar mevzilerini sağlamlaştırmaya çalışırlarken,Türk komutanları onları sırttan atıp denize dökmeyi planlıyorlardı.Anzaklar,düşmanları Kırmızısırt’ın karşısında bulunan Monash Vadisi’nin dik bayırlarının yanındaki mevzilere zar zor tutunduklarından,İkinci Sırt boyunca bulunan mevzilerinin bir hücum karşısında en zayıf yer olduğunu düşünüyorlardı.Güçlü bir piyade hücumu onları vadinin dibine gerisin geri gönderebilirdi ve Türkler sırtın tamamını ele geçirdiğinde yarımadanın tahliyesi kaçınılmaz olacaktı.Bu yüzden 18 Mayıs günü yaklaşık 42.000 Türk askeri doğudaki vadilere doluştu. Fakat,İmroz Adası’ndan gelip, Kraliyet Donanması savaş gemileri için keşif görevi yapan Kraliyet Donanması Hava Kuvvetleri uçakları onları gördüler.19 Mayıs günü saat 03.00’da,yani tan vaktinden epeyce önce Anzak siperleri tamamen askerle dolu bir halde tüm hat boyunca hazır olarak Türk hücumunu bekliyordu.Saat 03.00’dan kısa bir süre sonra,Türk askerlerinin süngülerinin parıltıları şu anda Kırmızısırt’ta ayakta durduğunuz yer ile,kuzeydeki bir sonraki sırt olan Merkez Tepe arasında,bulutsuz gecede ilerlerken görülmüştü.Avustralyalılar ateş etmeye başladılar ve sabahın ilerleyen saatlerinde Anzak hattı boyunca özellikle burada,yani Kanlısırt Platosu’ndaki Merkez Tepe’ye ve Bombasırtı’na çıkan sırttan hücum eden Türk dalgalarına 948.000 tüfek ve makinalı tüfek mermisi yağdırdılar. Bir Avustralyalı bu olayı,düşmanı sürüler halinde vurdukları ‘kanguru avına’ benzetirken, bir diğeri ise nasıl siperlerin neredeyse üzerinde ayakta durup,tüfek namluları elle tutulamayacak kadar ısınana kadar ‘olabildiğince çabuk ateş ettiklerini’ anlatır.Avustralyalı savaş muhabiri

Charles Bean’in sözleri,19 Mayıs 1915 sabahının ilerleyen vakitlerinde bu bölgedeki manzarayı çok iyi bir şekilde anlatır:
"Her tarafta yüzlerce ölü ve yaralı yatıyor.Anzak hattına en yakın mesafede olanlar,kısa mesafeden sıkılan modern mermilerin açtığı korkunç yaralarla paramparça olmuşlar.O korkunç yerden hiç bir ses gelmiyordu;fakat orada burada yatan bazı yaralılar ve ölmek üzere olanlar,hiç bir yardım gelmeden veya yardım gelmesinden umutsuz bir şekilde bulutsuz gökyüzünde parlayan güneşin altında yatıp,bir yandan diğerine dönüyorlar veya yavaşça ellerini göğe doğru kaldırıyorlardı."
Türk tarafından yaklaşık 3.000 asker öldü ve 7.000 asker yaralandı.Buna karşılık Anzaklar 160 ölü ve 468 yaralı verdi.Anzaklar Türklere karşı ilerleme kaydedemezken,bu hücumun başarısız olması ayrıca Anzak hattının tüfek ve makinalı tüfeklerle yapılacak bir piyade hücumuyla da alınamayacağını gösterdi.Anzak askerleri,19 Mayıs’tan sonra Türklerin kendileri gibi cefa çeken kişiler olarak görmeye başladılar ve onların cesaretlerine ve başarılarına karşı saygıları arttı.
Hücumdan bir iki gün sonra hava, çürüyen cesetlerin ağır kokusuyla doluydu.İki tarafın da ölülerini gömmeleri için 24 Mayıs günü saat 07.00 ile 16.30 arasında ateşkes yapıldı.Ateşkesin gerçekleşmesine ön ayak olan

Britanyalı Yüzbaşı Aubrey Herbert anlatıyor;Avustralya ve Yeni Zelanda Tümeni kadrosundaydım.

24 Mayıs sabahı, Türk subaylarıyla buluşup,onlara sahilden Kanlısırt Platosu’na çıkan sırta kadar eşlik ettim.O,siperlerle yarıntılar arasındaki manzarayı‘tarif edilemez’ bir halde buldum.Koku o kadar dayanılmazdı ki,bir Türk Kızılay’ı görevlisi bana, burnuma tutmam için kokulu antiseptik bir pamuk verdi.Bu koku ‘sık sık tazelendi’.Bir Türk subayı bana şunları söyledi;
Bu manzara karşısında en nazik kişi kendini vahşi hissetmeli ve en vahşi kişi de ağlamalı.
Sırta çıkmaya devam ettim,Anzak mermilerinin etkisini gözlerimle gördüm,
Türk ölüleri büyük çukurlara dolduruyorlar.İnsan makinalı tüfek ateşinin sonucunu açıkça görüyor; bölüklerin tamamı mahvolmuş, yaralı değil,ölüler;ileri fırlamalarının şiddetiyle başları altlarında kalmış ve iki elleriyle süngülerini
tutuyorlar.
10-)ALİ CENAB TÜRKLER:
Ruşen Eşref (Ünaydın), Karagah-ı Umumi Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Mülazım-ı Evvel Ruhi ile gerçekleştirdiği mülakatında Mehmetçiğin ağzından şu hatırayı kaydeder:
Bizim mıntıka kumandanı Süvari Kaymakamı Mahmut Bey tayyarelere pek kızar efendim.Daima ateş ettirir onlara;katiyen üzerimize sokmaz onun zaten tabiatı böyledir.
Bir tayyare geldi miydi, haydi bütün bataryaya ateş ettirir.
Evet efendim;tayyare düştü.Hava hafif sisli olduğu için tabii gemiler bu sükutu(düşüşü) görmüyorlardı. Tayyareciler kendilerini denize attılar.
Kendi gemilerinin istikametine doğru yüzmeye başladılar.Bunu gören bataryamız düşmanın kendi gemilerine iltihak etmemesi için efendim,ateş etti ki tayyareciler geriye dönsünler.
O vakit gemilerde tayyarenin burada düştüğünü anladılar.Onlar da ateş açtılar.Tayyare tahrip edildi.O vakit de bizim hiç olmazsa bir esire fevkalade ihtiyacımız vardı.
Çünkü düşmanın o dakikadaki vaziyetini anlamak istiyorduk.Zira düşman Anafartalar'dan çektiği askeri Seddülbahir'e ihraç yapmak istiyor gibi göstertiyordu.
Yani açıkçası bunu blöf olarak yapıyordu.Ve gemiler de (eliyle işaret ederek)bakın işte böyle daima Seddülbahir etrafında bir kavis şeklinde duruyordu.
Mıntıka kumandamız Kaymakam Mahmut Bey bu tayyarecinin neye mal olursa olsun mutlaka kurtarılmasını istiyordu. Tayyareciler en nihayet bir buçuk kilometre
kadar sahile yakın geldiler.Tabii sahil mayın döşeli olduğundan kimse giremiyordu.
Düşmanın vaziyetini öğrenmeye şiddetle ihtiyaç vardı.Bu sırada bir düşman tayyaresi düşürülmüş ancak bizimkiler başka taraftan o tarafa hala ateş etmekte idiler.
Düşman tayyarecileri hem mayınlı hem de ateş altında ölüm kalım mücadelesi vermekte idiler.
Bu noktada teessüratımı söylüyorum:o iki adam bağırıyordu.Yani ölüyorlardı artık.Ve sahilden hala imdat umuyorlardı.Tabii bir kumandan emir verdiği vakit süngü
üzerine top üzerine gidip ölmek vazifemizdir.İşte o vakit mıntıka kumandanı Kaymakam Mahmut Bey " Kim girer?"diye bir sual sordu.Bu İngilizlere sırf acıdığım için
düşman olsalar da onları kurtarmak bana bir vazife-i vicdaniye oldu.Yüzmek de bilirim.
- Nerelisiniz efendim?
- Çanakkale'liyim.Bir an evvel girmek için telaşımdan fanilayı da çıkarmamışım.bir fanila bir iç donu kalmıştı.Daldım.O zaman arkadaşım Mülazım Kaşif'de :
"Ben de girerim "diye bendenize refakat etti.O çocuk aynı zamanda sınıf arkadaşımdır.Şimdi Rusya'da esir zavallı. Beraber girdik.Muttasıl düşman topları ateş ediyor.
Monitörler,karşımızdan eksilmiyor.Tayyareler tepemizde dönüyordu.
Fakat biz tabii pek alçağa düşüyorduk.Sular da biraz dalgalıydı.Ne bizimkilerin nede onların makas atışları bizi kıstıramıyordu. Gülleler hep ötemize berimize düşüyordu.
Bize hiç ziyan vermiyordu.
Maateessüf o tayyarecilerden birisi boğuldu.Çünkü bizde takat kalmamıştı.Ötekini kurtardık beyim.Mıntıka kumandanı Mahmut Bey kendisini aldı.Mıntıkasına götürdü.
Orada İngilizce mesaj yapıldı.Güzel baktılar sonra Beşinci Orduya teslim edildi.
Giderken İngiliz,mıntıka kumandanı Mahmut Bey 'e demiş ki:
"Türkleri şöyle cesurdurlar,böyle alicenaptırlar diye kitaplarda okurdum.Bu defada cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu derece fedakarlıklarını bilemezdim.
Bu derecesini bir İngiliz bile yapamaz."
11-)CANLI MAYIN: 
Canlı Mayın İzmir'li Hafız
Türk ordusu Süveyş kenarında savaşıyordu. Kanalın doğu kıyıları kamilen alınmıştı,fakat kanalı geçmek için hiçbir aracımız yoktu.Düşman ise, gözleri keşif uçakları ve savaş gemileri ile gece gündüz kanalı kontrol ediyor,kuş uçurtmuyordu. Halbuki,bu kanaldan Avustralya,Uzak Şark ve Hindistan’dan getirilen askerler,Avrupa’ya ve bilhassa Çanakkale cephesine gönderiliyordu.
Tümen Komutanı bir gün arkadaşlarını topladı.
“Hepiniz düşününüz” dedi.“Bunların geçişine nasıl mani oluruz?Sonra düşündüğünüz çareyi bana söyleyiniz”.
Herkes düşündü ve şu çareye vardılar.Bu işi yapsa yapsa İzmirli Hafız yapar.Çünkü Hafız balık gibi yüzerdi ve üstelik gözüpek bir erdi. Düşmanın gözü önünde geceleri Süveyş’i yüzerek geçer,her defasında ya bir düşman nöbetçisinin tüfeğini veya düşmana ait birtakım silahları toplar getirirdi.Suyun altında çok uzun süre kalabiliyordu.
Hafız’ı buldular,Tabur Komutanının karşısına getirdiler,komutan sordu:
“Hafız, biz her gün gözümüzün önünden geçen şu düşman gemilerine bir şeyler yapmak istiyoruz.Senin beline bir mayın bağlasak, götürüp bu gemilerin önlerine koyabilir misin?”
Hafız sevindi,“Koyarım Binbaşım” dedi.Gerçi hafız bu işi yaparım demişti, ama herkes şüphe içindeydi.Düşman uçaklarının mekik dokuduğu bu bölgede,bu işin başarılacağına kimse ihtimal vermiyor, inanmıyordu.
Hafız iki üç gün asker yüklü bir geminin geçmesini bekledi. Nihayet,büyük bir gemi uzaktan görününce,o da mayını beline bağladı ve denize daldı.Hafız’ın su içinde yüzdüğünü kimse görmüyordu,çünkü o uzun süre su altında kalıyor,bir saniye nefes almak için başını çıkarıp tekrar dalıyordu.Vapurun etrafındaki muhafız torpidoları,suları yararak ilerliyordu.Bizim tarafta herkes gözünü kanala dikmiş,ne olacak diye beklerken,müthiş bir infilak oldu ve gemi parçalandı.Düşman askerleri denize döküldü. Torpidolar,dökülenleri toplamaya çalışırken,biraz sonra üstünden sular süzülerek hafız çıka geldi. Herkes sevinç içindeydi. Tümen komutanı onu alnından öptü.“Hafız” dedi,“Sen gerçekten bir deniz aleti imişsin…”.
Hafız’ın mükafatı, başarısının kendisine verdiği gururdu.
 

 
   
Facebook beğen  
 
 
SİTE ADRESİM  
  dardanel1915.tr.gg  
e-mail Adresim  
  erolsimsek53@yahoo.com.tr  
Bugün 5 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!
[code] [/code] Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol